Yazar: ataraksiya

  • ataraksiya

    bir blog denemesi

  • DÖNGÜ

                                                                                                                                                                                                                            Saat öğleden sonra üç. Bu sayıya ne çok takan insan var, vardı belki de. Bir şeyler yapacaksam hızlı davranmalıyım. Zamanla yarışamam, yarışmayı istemem. Bu bugün ki işime ters olurdu doğrusu. Onun gibi bir olguyla baş edilebilir mi zaten? Yaşamlarımızı, anılarımızı, duygularımızı, benliğimizi ve en önemlisi sesimizi yutan bu canavarla kim, nasıl baş etsin? Ama denemedim dersem bir yalana yeltenmiş olurum bu da şu anki durumum için boşa bir çaba olur. Uzun yıllar boyunca bekledim, ya o beni bütün varlığıyla çeksin içine ya da ben onu diyerek bekledim. Toydum, yaşanmışlıklar henüz ders çıkarabileceğim nitelikten yoksundu. Kendimle savaştığımın, kendime, varoluşuma meydan okuduğumun bilincinde değildim. Terk edenin ve edilenin zaman olduğuna inanmak, suçu asla aklanamayacak bir şeye atmak, gençliğimin o çaresiz anlarında teselli oluyordu bana. Hatalıyım belki, hiç gitmediğim şehirlerdeki, hiç gelmediğim evlerin, o yaşamların yalnızlığında benim de payım var, belki. Kendime, henüz yeni açmış gövdelerime, taze ağaç halime güveniyordum. Biraz da beğeniyordum galiba bu halimi. O zamanlar aynaya bakınca, bir işin ucundan tutmaya yeltenince, bir cümle dahi edince şimdi oluşan o azaba, beni çürüten kendine acımaya sahip değildim. Hep elimde, yanımda olmayana yeltendim. Ne istediysem bir fazlasını hayal ettim. Enerjime güvenerek korkunç iç sıkıntılarına, ayrılıkların ızdırabına attım düşlerimi. Yorgunsam eğer bugün, benden başkasını suçlayacak değilim. Ama bir soru da var ki kafamda, ne yapsam atamıyorum. Her şey başka türlü olsaydı? Nasıl başka türlü bilmiyorum. Pek de önemi kalmadı bu saatten sonra. Küçük eylemlerin insanıyım ben, ne yazık ki bu, büyük laflara gebe olmadığımı göstermez. Her gün gibi basit işte. Doğrusu daha şaşalı bir şeyler hayal etmiştim. Pencereye yönelip son bir bakış atmak istedim boşluğa. Belki de, bir an için, bütün şehir beni son kez selamlamaya gelecek ümidiyle koştum o cama. Perdeyi araladım, sesi kısık simitçi köşedeydi, gözleriyle işini yapan bu küçük adam, ondan niye hiç simit almadığımı düşündüm, hoşuma gitmedi nedeni kendimden iğrendim. Başımı çevirdim. Tek tük insanlar geçiyordu. Vakitleri yok herhalde dedim, yoksa muhakkak gelirlerdi. Gözüm odaklanacak bir şeyler aradı. İşte orada telefon kulübeleri. Bütün sokak aynı kalmıştı dünden beri. Ama o kirli, yaşam izine yıllardır rastlanmayan kulübelerde bugün farklı bir şeyler vardı. İlk defa bu yıkıntıları düşündüm. Ne kadar zaman önce bilmem, hangi varlıkların seslerini işitmiş, özümseyerek bu hale gelmişlerdi? Ben oyalanırken, bir adam geldi, giyimi düzgün durmuyor, umursamadığı belli, jetonu attı makineye, seslendi, seslendi cevap yok. Bir kadın geldi, otuzlarına yakın, özledim dedi makineye, ne cevap aldıysa geri gözleri yaşardı, yakında dedi, çok yakında. Bir adam geldi, gururla baktı etrafına, neyi güzel bulduysa artık, içindeki acizliğe inat gerindi, iyi günler dedi. Makine öğüterek geri verdi cevabını, bu iş böyle yürümez dedi adam, tavrını korumaya çalışarak. Bir kadın geldi, yaşamın ellerinden geçmiş, biraz dalgın, biraz da tecrübesine güvenen adımlarla. Bugün olmaz dedi karşısındakine, ne duyduysa irkildi. Başka bir yolu olmalı dedi, mutlaka olmalı, sesini kısarak. Anlaşılan karşıdaki kararlıydı ve en azın kadın kadar tecrübeli, sonunda tamam dedi kadın, madem böyle olmalı diyorsun tamam, anladım. Sonlara doğru iyice kısıldı sesleri. Bense penceremde, o kararın eşiğinde, hiç gelmeyen adamları dinledim, hiç gelmeyen kadınlara seslendim.